Merhaba Gençler ve Daima Genç Kalanlar... Böyle seslendi yıllarca bizlere. Namus belasına yaşadığımız dünyada onun sesiyle aşık olduk gençliğimizde, onun isyanıyla baş kaldırdık düzene, onunla kahırlandık, umutlandık. Gülhane pakında Nazım yaprak yaprak salınırken tepemizde biz o ceviz ağacının gölgesinde Cem Karaca'dan şarkılar dinledik. Daha güzel yarınlar kurma öğüdünü emir belledik. Bu yolda yürürken yine onun çağlar aşan sesine kulak verdik. Her ne kadar bir Şubat soğuğunda gözlerimizi ıslak ıslak bırakıp başını alıp gitmiş de olsa ölmüş demeyiz onun için diyemeyiz. Türkülerini hala marş yaparken yüreğimize, gülüşünü taşırken kalbimizin en derininde... İşte Cem Karaca hayatımızda, gönlümüzde, ruhumuzda en canlı haliyle, sesiyle, sözüyle...
2. Dünya savaşının fiilen henüz sonlandığı 1945 yılının baharında
dünyaya gözlerini açar Muhtar Cem Karaca Dünyaca ünlü tiyatrocu çift Totto ve
Mehmet Karaca’nın ilk çocuğu olarak.
“Küçüktüm, daha okula bile gitmiyordum. Bizim evin alt
katında yaşlı bir Ermeni kadın otururdu. Do Mi Yaya (Yaya Ermenice teyze
demektir) ismini taktığım bu yaşlı kadın her Allah'ın günü piyano çalardı...
İşte kulağıma ilk giren müzik sesi, Do Mi Teyze'nin piyanosundan çıkan
melodiler oldu. Müziği gönülden sevdim...”
Anne karnında tiyatro sahnelerinde duyduğu melodilerden
sonra müzikle olan yol arkadaşlığı bu anısıyla başlar Cem Karacanın.
14 Yaşında aşık olduğu kızı etkilemek için kullandığı efsane
sesi, annesinin desteğiyle ve tabiî ki çocukluğunu ünlü ve başarılı tiyatro
sanatçısı anne ve babası dolayısıyla sanatın içinde geçirmiş olmasının da
etkisiyle artık onun kaderi olmuştur. Ne güzel kaderdir ki bu onu bir ülkenin
tarihine altın harflerle yazdıracak. Babasının adam tutup sahnedeki oğlunu
yuhalatarak onu müzikten vazgeçirme çabalarına rağmen bu tatlı çekişmeyi
biricik oğlunun hariciyeci olması hevesini taşıyan baba değil müziğe çoktan
tutkuyla bağlanmış olan Cem Karaca ve annesi kazanacaktır. Mehmet Karaca sadece
ailesi için değil onlarca nesil için faydasını göreceği en kazançlı yenilgiyi
almıştır. Ve Artık direnmeyi bırakıp durumu kabullenen baba oğlunu
devleştirecek sırrı da yıllar öncesinden bizzat kendisi fısıldamıştır kulağına;
eğer
bu işi yapacaksan bırak İngilizce mingilizeyi Türkülere dön, özünü unutma.
Bu nasihatin yanında askerlik yıllarında Müthiş bir sıla hasreti çeken,
duygusal olarak büyük bir çalkantı içinde olan Cem karaca’nın duyduğu yüreğine
işleyen bağlama sesi hayatında bir dönüm noktası olacaktır. Halk müziğine kendi
deyişiyle aşık olur ve yolu net olarak çizilir o günden sonra.
İlk gençlik yıllarının heyecanını kurdukları grupların isimlerinde
dahi taşıyan “Dinamitler”, “Jaguarlar”la birlikte kendi deyişiyle "papağan
gibi Elvis Presley taklidi yapan" çizgiden Anadolu’nun yüzlerce yıllık
sesini gelecek çağlara haykıran bir efsane haline gelme süreci de kolay
olmamıştı hiç kuşkusuz.
1967 yılında Apaşlar isimli grupla bu kez Erzurumlu Aşık
Emrah’ın dizeleriyle müzik dünyasına getirdiği yeni soluk fark edilmiş ve
ödüllendirilmişti. Böylece uzun yıllar katlanarak sürecek bir Anadolu-rock
macerası başlamıştı. Hemen ardından Pir Sultan Abdal sonrasında Aşık Mahsuni
Şerif’in sözlerine ses olmuş daha 1968 yılında.
“İnsan olda ilme eğil
İnsan gibi herşeyi bil
Rezil olan şehir değil
Köy, köy baba”
İnsan gibi herşeyi bil
Rezil olan şehir değil
Köy, köy baba”
Her geçen gün eriyen değerleriyle tükenen şehir hayatına
karşı köyü, köylüyü, ezilenleri, haksızlığa uğrayan emekçileri savunacağını,
bunun davasını sürdüreceğinin fermanıydı adeta bu sözler.
Dönemin yüksek kültürlü ve nispeten ekonomik anlamda iyi
durumda bir ailenin tek çocuğu olan bu insanın müziği bir popülerleşme, şöhret
kazanma ve egolarını tatmin etme aracı değil de ezilenlerin sesi, yoksulun,
köylünün derdini anlatmak, memleketinin acılarına bir nebze de olsa derman
olmak için amaç olarak görmesi gerçek bir sanatçı misyonu taşıdığını göstermez
mi bize?
Öyle ki geriye kalan yaklaşık 40 yıllık sanat hayatı boyunca
bazen küçük bir Tamirci Çırağının umutsuz aşk öyküsünü, bazen maden ocağının dibine
sıkışmış çaresiz babanın çığlığını, bazen görev şehidi fedakar bir öğretmenin
hüzünlü hikayesini anlattı bize. Yoksulluk kader olmaz diye haykırdı yarım
porsiyon aydınların umursamaz hallerini taşlarken. “Sanatçı muhalif olmalıdır”
düşüncesinden hiçbir zaman ayrılmadı.
“ Sanat halk adına
yapıldığında, sanatçının halkının çıkarları doğrultusunda ürün vermesi
doğaldır. Ayrıca sanat üretme olayına bu açıdan yaklaşan bir sanatçı politize
olmak zorundadır. Ülkeleri de yönetenler bu işi ya halk adına ya da halka
rağmen yaparlar.”
Bu yüzden politik olarak anılmaktan korkmadı. Kim ne derse
desin o sadece inandığı yolda yürüdü, halkın sesi oldu halka rağmen değil halk
adına söyledi.
“Ancak “Sanat, sanat
içindir” bir yutturmacanın ardına saklanıp zirzop şarkılar söyleyenler, bu
şarkıların söylenmesini destekleyen yapımcılar, ancak böylesi şarkılara
kapılarını açan TRT ve yine bu tür müzik parazitlerini övgü dolu bakışlarla
gazetelerine geçiren bazı yayın organları… Biliyorum, bütün bu suçladıklarım,
hemen “Halk böyle istiyor” diyerek, akılları sıra savunacaklar kendilerini.
Ancak halk diye tanımladıkları kişilerden herhangi birinin temel ekonomik
sorunlarından haberleri var mı? Bu kişilere verilecek cezaya gelince… Halk
adına halka ihanet edenler, yine halk tarafından cezalandırılırlar”
1976 yılında yayınlanmış bir dergi röportajında sanat
anlayışına yapılmış bu eleştirinin 2016 Türkiye’sindeki geçerliliği
tartışılabilir mi?
Bu toprakların özünde var olan kültürün, aşkın, emeğin,
kendi deyişiyle toplumsal alaşımın
en canlı en somut heykelidir Cem karaca. Bize yeniden Aşık Mahsuni Şerif ‘in
dizeleriyle seslenen, Aşık Veysel yüreğiyle Yunus Emre duruluğuyla Nazım Hikmet
cesaretiyle bu toprakların türküsünü bize yeniden duyuran, tanıtan ve çabasını
bedelini de çok acı şekilde ödeyen buna rağmen bir kez olsun şikayet etmeyen
bir büyük insan, halk adamı, halkın sanatçısı. Onu övgülere sığdırmak haddimize
değil elbette. Nasıl Mevlanalar, Hacı Bektaşi Veliler, Mustafa Kemaller
yalnızca isimleriyle sayfalarca tarihi anlatıyorsa ve bu isimler varlıklarıyla
Anadolu ve Dünya tarihinde bir iz olmaktan öte o tarihin kendisi iseler Cem
Karaca’da hiç şüphesiz o isimlerden biridir onunla aynı dönemde nefes alma,
sesini işitme şansına eriştiğimiz. Bizim amacımız onu unutturmaya çalışan
kahrolası anamalcı sisteme inat onu hatırlamak, hatırlatmak, yaşatmak. Bu güzel
insanların açtıkları yolda ilerlerken bir ömür adadıkları gelecek üzerindeki
yani bizler üzerindeki haklarını az da olsa ödeyebilmek.
Seslerini, sözlerini bir sonraki çağa taşımak bizim en büyük
görevimiz. Bu yüzden hiç eskimeyecek seslerini olduğu gibi aktarmak boynumuzun
borcu. Cem Babanın dilinden Cem babanın yüreğinden dinleyelim Cem Karaca’yı.
Halkına, vatanına, toprağına aşık, ezilmişlerin davasına
ömrünü adamış Cem Karaca için;
Mutlu olmak sevmekse
sevmek aydınlık demek’ti
Orhan Veli’nin çağlar aşan sözleri Cem Baba’nın yürek
titreten sesinde can buluyordu aslında şikayetçi olduğumuz denli pahalılıkta
olmayan dünyada nasıl yaşadığımızı tarif ederken;
Peynir ekmek değil ama
Acı su bedava
Kelle fiyatına hürriyet
Esirlik bedava
Bedava yaşıyoruz dostlar bedava
Esirlik bedava
Bedava yaşıyoruz dostlar bedava
Çoğu zaman farklı olduğu için eleştirilen bu dev isim bunca
baskıya kendi dilinde isyan edercesine
Evet ben bir deliyim
ama Beni siz delirttiniz dedi onu delirten sebepleri şöyle sıralıyordu;
Kırmızı ışıkta geçen şoförler ve boşverli
türküler
Sahil yolundaki kazalar, denize düşen şu
uçak
Beyaz camda hayvanlar ve reklamlar,
Yeşilçam'da baldır bacak
Uçaklar, rüşvetler ve mobilyalar ve ahlak
üstüne nutuklar
Günden güne ufalan ekmekler pasta yesin
efendiler ama
Gaz tenekesi ile su kuyrukları ve bir
başbuğun buyrukları
Ne dersiniz
bugün başkalaşmış haliyle ve çok daha fazlasıyla yaşadığımız bu nedenler bizim
de aklımıza mukayyet olmamızı güçleştirmiyor mu?
Tüm bunlar olurken tarihler değişse de dönüp dönüp aynı yere
geldiğimizi, hallerimizi daha güzel kim ve nasıl anlatabilirdi ki bu sözlerden
başka?
Bindik bir
alamete
Gidiyoz kıyamete
Yol dediğin yol gibi
Ulaşmalı bir yere
Biz dön baba dönelim
Geliyoz aynı yere
Gidiyoz kıyamete
Yol dediğin yol gibi
Ulaşmalı bir yere
Biz dön baba dönelim
Geliyoz aynı yere
Zaten Cem Karaca belli bir dönemi sanatçı kimliğiyle
eleştirirken aslında ülkemizde yıllarca değişmeyen kalıplaşmış ve maalesef her
geçen gün geriye giden bir sistemi kendine has diliyle bize anlatıyordu.
Başlıca bir tarih değil midir Cem Karaca şarkıları dünü notalarlarıyla
belgeleyip bize ders niteliğinde sunan ve o günün sesiyle günümüze ışık tutan.
Bu gençliğe yurt
emanet, vallah billah
Düşünmesi yasak olmaz
Yasa deyip vatandaşa, vallah billah
"Git, yarın gel" demek olmaz
Sırt dayayıp makamına, vallah billah
Olur işi etme olmaz
Dur be yeter dar kafalı
Fabrikasyon insan olmaz
Aynı biçim elbiseler, vallah billah
Kimine uyar kimine uymaz
Düşünmesi yasak olmaz
Yasa deyip vatandaşa, vallah billah
"Git, yarın gel" demek olmaz
Sırt dayayıp makamına, vallah billah
Olur işi etme olmaz
Dur be yeter dar kafalı
Fabrikasyon insan olmaz
Aynı biçim elbiseler, vallah billah
Kimine uyar kimine uymaz
Cem Baba’nın dediği gibi halkı için çalışan sanatçı, aydın
halkın sesini duyurmak, derdini anlamak-anlatmak, yarına seslenmek zorundaydı.
Cem Karaca’nın yaptığı da bundan başka bir şey değildi.
Yoksulluk kader
olamaz kader değildir
Firavunlar bile böyle zalim değildir. Dedi. Bu deyiş insanlığın varoluşundan beri süregelen mal-mülk biriktirerek iktidar sahibi olan, bu güçle bir sınıf ayrımı yaratan ve acımasızca yoksulu sömürerek hep daha fazlasını arzulayan, varlığına tehdit olabilecek en ufak hareketi gözünü bürüyen kanla yok etmeye hazır muktedirlere bir başkaldırıydı açıkça. Tarih boyunca zaman zaman çağ değiştiren devrimlerin, ülkeler yıkan ülkeler kuran hareketlerin başlangıç noktası olan bu çığlık basit görünen ama hakkı verildiğinde ve yüksek sesle söyleme cesareti gösterildiğinde zannedilenden çok daha fazla şey değiştirebilecek güçte iki cümleydi. Bu cesaret de zaten ömrünü canından çok seven ülkesinin aydınlık geleceğine adamış bu sıra dışı adamın gür sesinde dile gelebilirdi.
Firavunlar bile böyle zalim değildir. Dedi. Bu deyiş insanlığın varoluşundan beri süregelen mal-mülk biriktirerek iktidar sahibi olan, bu güçle bir sınıf ayrımı yaratan ve acımasızca yoksulu sömürerek hep daha fazlasını arzulayan, varlığına tehdit olabilecek en ufak hareketi gözünü bürüyen kanla yok etmeye hazır muktedirlere bir başkaldırıydı açıkça. Tarih boyunca zaman zaman çağ değiştiren devrimlerin, ülkeler yıkan ülkeler kuran hareketlerin başlangıç noktası olan bu çığlık basit görünen ama hakkı verildiğinde ve yüksek sesle söyleme cesareti gösterildiğinde zannedilenden çok daha fazla şey değiştirebilecek güçte iki cümleydi. Bu cesaret de zaten ömrünü canından çok seven ülkesinin aydınlık geleceğine adamış bu sıra dışı adamın gür sesinde dile gelebilirdi.
Ülkem benim,
memleketim benim
Canım, cananım
Yegane sevdigim
Hiçbirşey uğruna vazgeçemediğim
Memleketim..!
Canım, cananım
Yegane sevdigim
Hiçbirşey uğruna vazgeçemediğim
Memleketim..!
Böyle çok sevdiği topraklara “vatandaşlığı” elinden alınarak
hasret bırakıldı. Sanki bir ülkenin vatandaşlığı bir siyasi yapının verdiği ya
da aldığı bir parça kağıda bağlı. Öyle ya fakirin fukaranın rızkını sorgusuzca
mideye indiren efendiler daha mı Vatandaş’tı gerçekten Memleket aşığı Cem
Karaca’dan?
Yiyin efendiler
yiyin!
Bu iştah veren sofra sizin
Doyuncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yiyin
Verir bu fukara memleket nesi var nesi yoksa hepsini
Verir malını, canını, umudunu, düşünü
Rahatını, sağlığını, içinin bütün ateşini
Hadi yuvarlayın düşünmeyin haram mıdır, helal mi?
Bu iştah veren sofra sizin
Doyuncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar yiyin
Verir bu fukara memleket nesi var nesi yoksa hepsini
Verir malını, canını, umudunu, düşünü
Rahatını, sağlığını, içinin bütün ateşini
Hadi yuvarlayın düşünmeyin haram mıdır, helal mi?
1987 yılında dile kolay 8 yıl süren hasret sona erip hiçbir
şey uğruna vazgeçmediği memleketine döndüğünde bu efendiler boş durmadı tabiî
ki. Nasılsa ülkede artık meze yer gibi
adam yeme vaktiydi. Ve sofrasındaki yetim hakkının hesabını soran,
yoksulun, garibin bastırılmış sesini duyuran bir adam onlar için mezelerin en
lezzetlisiydi. Peki Cem Karaca için tüm bu tartışmaların ehemmiyeti neydi?
Ben döneksem döndüm
diye memleketime
Döndüm baba döndüm işte, oh be!
Döndüm baba döndüm işte, oh be!
Bundan daha güzel bir cevap verilebilir miydi? Ne önemi
vardı ki tüm bunların? Cem Karaca bundan yıllar önce girdiği halk ozanlığı
deryasında Aşık Mahsuni Şeriflerden öğrenmişti yalan dünyanın gelip
geçiciliğini?
Bütün dünya nimetini
tattın işte gidiyorsun
Sonunda ecel şerbeti içtin işte
Sorarım sen hayatında ne yaptın doğrudan yana
Sorarım sen hayatında ne yaptın gerçekten yana
En sonunda dört kolluya bindin işte gidiyorsun
Sonunda ecel şerbeti içtin işte
Sorarım sen hayatında ne yaptın doğrudan yana
Sorarım sen hayatında ne yaptın gerçekten yana
En sonunda dört kolluya bindin işte gidiyorsun
Evet bu sorular bizeydi, bu sorular hepimize? Doğrudan yana,
gerçekten yana ne yaptığımızı soruyordu bize Cem Karaca. Ömer Hayyam’ın sandık
benzetmesinden sonra ölümle ilgili en hoş benzetme bu şarkının sözlerindeydi
belki de. Önü sonu belli olan bu yolculukta geride bırakabileceğimiz birkaç hoş
seda olabilecekti oysa.
Yunus gibi bir Ozanı,
Koskocaman Pir
Sultanı,
O Mübarek Mevlana’yı,
Koca Mustafa Kemal’i
Yiyen yine de
doymayan karnı büyük obur dünya’da Nemizi
alacak felek bizim? Öyle değil mi?
Dünyanın oburluğu yalnız bedenleri yemesinden mi? Aksine
bugünün dünyası temiz ruhlarımızı kirletip yiyip bitiriyor her gün. Ve kirlenen
ruhlarımız intikam alırcasına dünyayı kirletiyor aynı hızla. Cem Karaca bu doğa
düşmanlığını da aynı kuvvetle anlatıyor şarkılarında. Çünkü ünlü Kızılderili
sözü gibi dünyayı dünden miras olarak değil çocuklarımızdan ödünç olarak
aldığımız gerçeğini tüm kalbiyle yaşamış ve yaşatmıştı Cem Baba;
Çiçekler çiçek gibi
kokmuyor artık,
Ve doğa nasıl yırtık.
Bu günah dolu miras ey allahım,
Çocuklarımıza nasıl bıraktık?
Sevinçlerimiz bile artık mekanik,
Sevgisiz saygısız otomatik.
Bu şarkı birilerine çok geç artık,
Bu şarkı kirlenmiş bir çığlık
Ve doğa nasıl yırtık.
Bu günah dolu miras ey allahım,
Çocuklarımıza nasıl bıraktık?
Sevinçlerimiz bile artık mekanik,
Sevgisiz saygısız otomatik.
Bu şarkı birilerine çok geç artık,
Bu şarkı kirlenmiş bir çığlık
Peki umut? Umut yok mu? Bu kadar karanlık mı geleceğimiz?
Maden Ocağının dibinde
Hava yok ışık yok
Oğlun bile yok
Ama umut da mı yok? Bunun cevabını yine Cem Karacadan
alalım;
Biraz sevgi ve
hoşgörü, vallah billah
Ümit yoksa, yarın olmaz
Ümit yoksa, yarın olmaz
Çok açık ümit yoksa yarın olmaz ve Anadolu gibi bereketli
topraklarda doğan hiç bir güneşte, açan hiç bir çiçekte, gelen hiç bir baharda
ümit eksik olmaz. Günün gerçeğini, dünyanın adaletsizliğini, eşitsizliğini tüm
çıplaklığıyla yüzümüze vuran Cem Karaca çıkış yolunu da göstermişti aynı
zamanda bir sanatçı duyarlılığıyla. Kuşkusuz bize düşen onun sesinden
öğrendiğimiz dünden aldığımız dersle yine onun sesinden yarına nasıl
yürüyeceğimizi görebilmek.
İşte ağaç, işte deniz, işte toprak, işte hayat budur oğlum
İşte eller, işte gayret, işte ekmek, işte hayat budur oğlum
Başını dik tut, hiç eğme sen
Aklına ve yüreğine güven
Çağını bil çağına yakış
Güzelliklerle yarış
İşte eller, işte gayret, işte ekmek, işte hayat budur oğlum
Başını dik tut, hiç eğme sen
Aklına ve yüreğine güven
Çağını bil çağına yakış
Güzelliklerle yarış
İşte reçete belli! Hangi zamanda olursa olsun hangi gün
okunursa okunsun bu satırlar tüm zamanların ilacı değil mi? Aklına yüreğine
güvenen çağını takip eden çağına ayak uydurmak için emek veren gençlerin önünde
hangi karanlık durabilir ki? Sadece bu da değil. Cem Karaca o Baba tavrını tüm
seslerinde hissettiren o şefkat, umut bir yandan da sorumluluk ve pişmanlık
dolu şu dizelerinde ne de güzel anlatıyor.
Biz görmedik sen
görürüsün yavrum
Didişmeden geçen bir gün mutlaka
Yalansız dolansız bir dünyayı yavrum
Kuramadık kurarsınız mutlaka
Didişmeden geçen bir gün mutlaka
Yalansız dolansız bir dünyayı yavrum
Kuramadık kurarsınız mutlaka
Boşa harcandı benim
yıllarım
Boşa geçen yıllarıma yanarım
Affet beni ne olur yalvarırım yavrum
Yarın senin ellerinde güzel kur
Biz görmedik sen görürüsün yavrum
Daha mutlu Türkiye'mi mutlaka
Kulun kula kul olmadığı bir yarın
Kuramadık kurarsınız mutlaka
Biliminle, kitabınla, aklınla
Ellerinle, dişinle, tırnağınla
İnsanın olmanın verdiği onurla yavrum
Yüreğinle kur yarını güzel kur
Boşa geçen yıllarıma yanarım
Affet beni ne olur yalvarırım yavrum
Yarın senin ellerinde güzel kur
Biz görmedik sen görürüsün yavrum
Daha mutlu Türkiye'mi mutlaka
Kulun kula kul olmadığı bir yarın
Kuramadık kurarsınız mutlaka
Biliminle, kitabınla, aklınla
Ellerinle, dişinle, tırnağınla
İnsanın olmanın verdiği onurla yavrum
Yüreğinle kur yarını güzel kur
Bir baba evlatlarına bundan daha güzel bir miras metni
bırakabilir mi? Kan bağına hacet yok gönül bağıyla evladıyız Cem Karaca’nın. Bu
hakla sorumlu hissediyoruz kendimizi yarınları inşa etmek adına. Güzellikler,
iyilikler yapmak yaymak adına. O da zaten tüm gençlerin ve daima genç
kalanların Cem Babası olarak sesleniyordu tüm insanlara ümitvar sesiyle;
Ne yalnızlık, ne de
yalan
Üzmesin seni
Doğarken ağladı insan
Bu son olsun bu son
Doğarken ağladı insan
Bu son olsun bu son
Temennisi bu yöndeydi güzel yürekli insanın. Fakat kimse
için son olmadı maalesef doğum anında akan gözyaşları. Bugün yüzlerce ana,
küçücük çocuklar yokluktan, savaş ikliminden, acılardan dolayı ağlıyor dünyanın
dört bir yanında. Diğer yandan bunları görmemek için gözlerini başka yöne
çevirmeyi yeterli görüyor vicdanını böylece rahatlatan yüz binlercesi. Herkesin
papazın eşeğini kovaladığı, Alinin Külahının Veliye uydurduğu bu koca dünyada
Aldat dur! Aldan
dur!
Oğlum hayat bu mudur? Demiyor muyuz bir çoğumuz. İşte geldik gidiyoruz, bilinmez bir diyara ve bu yolculukta Cem Karaca’nın her konuşmasında söylediği ve yürekten inandığı tek bir gerçek var;
Oğlum hayat bu mudur? Demiyor muyuz bir çoğumuz. İşte geldik gidiyoruz, bilinmez bir diyara ve bu yolculukta Cem Karaca’nın her konuşmasında söylediği ve yürekten inandığı tek bir gerçek var;
Değişmeyen tek şey
var
Değişmenin kendisi
Değişmenin kendisi
Değişmek demek inandığın yoldan dönmek değildi. Günün
değişen koşullarına göre aynı yolda farklı tonlarda fakat ısrarla aynı şeyi
söyleyerek hiç korkmadan yürümüştü Cem Karaca. O değil miydi Pir Sultan
Abdal’ın kararlı söyleyişini 20. Yüzyıla taşıyan
Dönen dönsün ben dönmezsem yolumdan diyerek.
Bu yolda yapılacak şey çok da zor değildi aslında, onun tarifini de çok net
vermişti aslında bize;
Ne canım demek ayıp
ne aşık olmak
Ayıp olan korkup ta sevmeden saymak
Ne erkek olmak hüner ne de kadın olmak
Vallahi çok zor değil sırf insan olmak
İnsan olda sor kendini ara kendini
Sen seni bil sen seni bil canım sen sen sen
Ayıp olan korkup ta sevmeden saymak
Ne erkek olmak hüner ne de kadın olmak
Vallahi çok zor değil sırf insan olmak
İnsan olda sor kendini ara kendini
Sen seni bil sen seni bil canım sen sen sen
Yüzlerce yıldır dünyaya gelmiş geçmiş tüm güzel insanların
yürüdüğü yol tuttuğu dava aynıydı. Ve aslında farklı dillerde farklı mecralarda
farklı coğrafyalarda söylenen hep aynıydı. Biz dava demişken çok uzaklara
gitmeden Sivas ellerinden insanlık davasını şöyle seslendirmişti Aşık Veysel;
Allah birdir
Peygamber hak
Rabbül alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası
Kürt'ü Türk'ü ne Çerkez'i
Hep Adem'in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi
Rabbül alemindir mutlak
Senlik benlik nedir bırak
Söyleyim geldi sırası
Kürt'ü Türk'ü ne Çerkez'i
Hep Adem'in oğlu kızı
Beraberce şehit gazi
Yanlış var mı ve neresi
Veysel sapma sağa
sola
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davası...
Sen Allah'tan birlik dile
İkilikten gelir bela
Dava insanlık davası...
Bu dizeler Cem karaca aynasına şu şekilde yansıyordu;
Ben insanım değerimi
bölemem
Doğu batı gavur müslüm bir bana
Doğu batı gavur müslüm bir bana
Aynı davanın savunucusuydu onlar, insanlık davasının. Aşık
Mahsuni Şerif’ler, Orhan Veliler, Nazım Hikmetler, Ahmed Arifler, Erzurumlu
Emrahların sesi notalarla kendi gününe yarınlara taşımıştı Cem Karaca ve
korkmadan çekinmeden anlatmıştı memleketin halini memleketin insanlarına.
Nazım Hikmet’in Özgürlük adına
“Yaşamak bir ağaç
gibi tek ve hür,
yaşamak bir orman
gibi kardeşçesine
bu hasret bizim” haykırışı belki de en çok Cem Babanın gür sesine ve sol göğsünde taşıdığı
insan yüreğine yakıştı. Bir ömür ülkesinin insanının derdini tasasını
sahnelerden duyurmayı kendine ilke edinmiş o ses bağırabilirdi en etkili
haliyle “yok edin insanın insana
kulluğunu” cümlesini.
Peki ya sevda? Kalbi böyle kocaman, böyle cesur bir insanın
yüreğinin bir yerinde aşka, sevdaya dair de en kuvvetli hisleri taşımıyor
olması düşünülebilir mi? Elbetteki hayır.
Sevda Kuşun
Kanadındaydı onun için. Ve bu en narin duyguya hak ettiği kıymeti
verebilecek en güzel isimlerden biriydi o.Alkışı da duyan ihaneti de gören Cem
Baba aşkın da en umutlu en tutkulu halini yaşadı hep.
Ben yüreğimin
dalından
Oymuşum teknemin omurgasını
Bu fırtınaya da dayanır bidanem
Bir ilk ekim haftası İstanbul’da
El ele olabilmek ümidi bidanem
Adam olana sevdayı gurbette de yaşatır bidanem
Oymuşum teknemin omurgasını
Bu fırtınaya da dayanır bidanem
Bir ilk ekim haftası İstanbul’da
El ele olabilmek ümidi bidanem
Adam olana sevdayı gurbette de yaşatır bidanem
Sevdanın bu biçim halini çok az kişi yaşayabilir ve aynı
hisle yaşatabilirdi. Bu şarkılar kim bilir kaç yürekte dile gelmiş kaç
gözyaşına yar olmuştu?
Hiçbir kadın hiçbir
erkeği ve hiçbir erkek hiçbir kadını
Bu biçim, bu biçim sevmedi
Yokluğu ekmeğe katık edip sevgiye açlığı eklemedi
Bu biçim, bu biçim sevmedi
Yokluğu ekmeğe katık edip sevgiye açlığı eklemedi
Sayfalarca örnekler verebiliriz, defterler kitaplar
doldurabiliriz Cem Karaca sözlerinden hayatı, aşkı, sevdayı, dünyayı anlamak
adına. Ama bu giriş, bir anlamda onu yeni tanıyan gençler için bir yolculuğa
başlangıç olsun. Cem Baba ‘nın dünyası bir derya deniz. Duyguların dalgadan
dalgaya savrulacağı müthiş bir macera bu. Kendini bilmek, tanımak sonrasında
dünyaya bakmak, bugünü görebilmek gerçekleri anlamakla devam eden ve
nihayetinde kalbin en coşkulu adasında nefes aldıran.
Muhtar Cem Karaca, sanata, müziğe, halka, emeğe, insanlığa
adanmış 58 yıl. Aslında yarım kalmış bir ömür erken bir veda. Onlar 4
kişiydi. Keşke hiç eksilmeselerdi…
“Bana göre, ölüm
tıbben kesin bir sondur. Ancak yaşadığı sürece yaptığı işlerle kendinden
sonraki kuşaklara ışık tutabilmişse kişi, o zaman yaşam sonsuzdur. Kimse Edison
ve Mevlana’nın öldüğünü söyleyemez. Karacaoğlan Dadaloğlu türküleri hala
söylendiği için bugün varlar. Ne zaman bizim türkülerimiz söylenmez olursa…
Eyvallah!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder